ESKİŞEHİR YÖRÜKLER DERNEĞİ 2014 ESYÖRÜK
 
eskisehiryoruklerdernegi
EY ERTUĞRULUN EVLADI..! KAYA GİBİ SERT KAYI GİBİ MERT OLASIN...!!  
  ESKİŞEHİR YÖRÜKLER DERNEĞİ-
  AVLAMIŞ KÖYÜ YÖRÜKLERİ
  OSMANLI
  => Osmanlıca Sözlük
  => Osmanlının Yükselişi
  => Cihan Hakimiyeti
  => Duraklama
  => Gerileme ve Çöküş I
  => Gerileme ve Çöküş II
  => Gerileme ve Çöküş III
  => YÖRÜK KÜLTÜRÜNE DAİR
  OSMANLI PADİŞAHLARI
  HABER YÖRÜK ESKİŞEHİR
  İLETİŞİM
  BÜYÜK TÜRK TARİHİ
  ŞİİR KÖŞESİ
  MAKALE VE YAZILAR
  TÜRKMENELİ KERKÜK
  VASİYETLER
  KAN BANKASI
  TÜRK TÜRKÜ SÖYLER
  NEVRUZ
  ARAMIZDAN AYRILANLAR
  ETKİNLİKLERİMİZ
  ÇANAKKALE SAVAŞI
  SEBETAYCILAR
  DİNİ BİLGİLER
  DÜŞÜNDÜREN SÖZLER
  EĞLENCELİK FIKRALAR
  BASINDA YÖRÜKLER
  YÖRÜKLER HAKKINDA
Duraklama

Duraklama Dönemi (1566-1699)

"Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince, istikbalin başımıza getireceği felaketleri düşünüyor, titriyor ve akıbetimizden korkuyorum. Bir ordu galip gelecek ve pâyidar olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü, şüphesiz ikisi de sağlam surette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer alışkanlıkları, meşakkatlere dayanma kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. Sonucun ne olacağını tahminde tereddüde yer var mıdır?" (Busbecq)

4. Osmanlıların, Atlas Okyanusundan Umman Denizine ve Macaristan'dan, Kırım ve Kazan'dan Habeşistan'a kadar geniş yerlere hakim olmaları ve adaletle idare etmeleri.

5. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilatı, Fatih devrinde en mükemmel bir duruma geldi. Fatih, teşkilatçı ve imarcı idi. Devlet yönetimini tam bir intizam içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyaç görüldükçe, kanunlar ve fermanlar yayımladı. Hazırlattığı kanunnamesi, hukuk sahasında çok önemli bir mevki tutmaktadır. Daha sonra Kanunî Sultan Süleyman, o güne kadar çıkarılan kanunları, "Kanunname-i Âl-i Osman" adı altında tanzim ettirdi. Bu kanunname, hukukî, idarî, malî, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan başlıklar altında, ceza, vergi ve ahaliyle askerlerinkanunlarını içeriyordu. Fethedilen ülkelerde, örfî hukuk denilen, önceki yönetimden kalan kanunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kanunnamede yer almıştır. Böylece hazırlanan kanunlar, asırlarca en iyi şekilde ve eksiksiz tatbik edilip, devletin tebaasını teşkil eden her çeşit insana huzur ve mutluluk kaynağı olmuştur.

Kanunî Sultan Süleyman'ın ölümü ile, muhteşem padişahlar ve onların hamleleri sona ermekle birlikte, devletin henüz karalarda üstünlüğü, iç denizlerde hakimiyeti ve sosyal düzeni bütün kudretiyle yaşamakta idi. Nitekim II. Selim döneminde (1566-1574) Avusturya'nın Erdel'e küçük bir tecavüzü üzerine, şiddetli bir karşılık verildi. 1570'te Kıbrıs fethedildi. Türk donanması Okyanusya'ya kadar gidip Sumatra (Açe) Sultanlığıyla, yani Uzakdoğu Müslümanlarıyla temasa geçti. Kurdoğlu Hayreddin Hızır Bey, 22 parça gemiyle Açe sultanı Alâadiin'e top ve topçu ustası götürdü. Türk subayları, Açe ordusunda ıslahat yaptı.

Diğer taraftan, II. Selim Han'ın, Türk tarihinin en şuurlu ve hayatî seferi olan, Don-Volga nehirlerini bir kanalla birleştirme, böylece Karadenizle Hazar Denizini birbirine bağlama projesi Kırım Hanı Devlet Giray'ın ihanetiyle, başarısız kaldı. Bu kanal projesi sayesinde, o sırada gitgide güçlenen Rusların güneye doğru sarkmaları önlenecek, İran kuzeyden çevrilmek suretiyle artık tehlike olmaktan çıkacak, bütün sünnî müslümanların halifesi olan Osmanlı sultanı, sünnî İslâm ve Türk ülkelerinin aynı zamanda fiilî hakimi olacaktı. Bütün Türk yurtlarını bir bayrak altında toplayabilecek kadar muhteşem bu tasarıdan, Ruslar dehşete kapılmışlar, ancak karşı koyamamışlardı.

Öte yandan Devlet Giray; bu kanal açıldığı takdirde, Osmanlının artık o taraflarda kendi askeriyle iş görüp Kırımlılara ihtiyacı kalmayacağı, böylece Kırım'ı ilhak edip merkezden valilerle idare edebilecekleri gibi bozuk bir düşünce içine düştü. Bu yüzden asker arasında menfi propaganda yaptı. Kış mevsiminin buralarda altı ay sürdüğünü ve kimsenin bu soğuğa dayanamayacağını söyledi. Çeşitli zorluklar çıkardı. Neticede kışı geçirmek üzere Azak'a dönen Osmanlı teknik heyeti ve askerleri bir daha kanal başına gidemedi. Böylece Kırım, bugünlere kadar süren tarihteki talihsizliğini kendi eliyle hazırladı ve Türk tarihinin çehresini değiştirebilecek büyük ve önemli bir teşebbüs, başarısızlığa uğradı. Artık, Rusya, Kafkas Türk hanlıklarını yutmaya, Osmanlıları da en fazla hırpalayacak bir güç olmaya hazırlanıyordu.

Osmanlı Devletinin İkinci Selim devrinde uğradığı ikinci başarısızlık İnebahtı'da oldu. Kıbrıs'ın Türkler tarafından fethi üzerine, Papa'nın teşvikleri sonucunda, büyük bir Haçlı donanması hazırlandı. 1571'de İnebahtı'da meydana gelen deniz savaşında, Osmanlı donanması imha edildi. Çok şehit verildi. Ancak Uluç (Kılıç) Ali Paşa, kurtarabildiği 60 kadar gemi ile İstanbul'a gelebildi. Bundan sonra devlet, bütün imkânlarıyla; bir kış zarfında eski donanmasını yeniden inşa ederek, Akdeniz hakimiyetini tekrar sağladı. Sokullu Mehmed Paşa, Venedik elçisine: "Biz Kıbrıs'ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yakmakla, bizim sadece sakalımızı traş ettiniz.

Kesilen kol bir daha yerine gelmez, fakat kazınan sakal daha gür çıkar" diyerek, onlara fazla sevinmemelerini söyledi. Bu arada, donanmanın yetişmeyeceği endişesini taşıyan Kılıç Ali Paşaya da; "Paşa, bu millet öyle bir millettir ki, isterse bütün gemilerinin demirlerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar" sözü meşhurdur. Gerçekten ertesi yaz, Osmanlı donanması hazırlanıp Akdeniz'e inice, Venedikliler, barış istemek zorunda kaldı. Hattâ bu anlaşmada Venedik Cumhuriyeti, Türklere, Kıbrıs Seferinde yapılan masraflar karşılığı savaş tazminatı ödemeyi bile kabul etti.

II. Selim Han'dan sonra Osmanlı tahtına oturan III. Murad döneminden (1574-1595) itibaren Osmanlı Devletinin giriştiği harpler çok uzun sürmeye ve devletin aleyhinde olmaya başladı. Nitekim 1578 yılında başlayıp çeşitli aralıklarla III. Mehmed (1595-1603), Birinci Ahmed (1603-1617), II. Osman (1618-1622) ve IV. Murad (1623-1640) devirlerinde olmak üzere 1639'a kadar sürmüş olan İran savaşları, Osmanlı duraklamasının başlıca sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı Devletinin zayıf anını kollayan ve Hristiyan Batı dünyası ile birlikte hareket eden İran, devamlı olarak bu devleti uğraştırmayı gaye edinmiştir. İran'a karşı koyabilmek için devamlı Anadolu'dan asker desteği verilmiş, bu durum zamanla Anadolu'da dengelerin bozulmasına yol açmıştır.

Duraklamanın diğer sebepleri şu şekilde sıralanmıştır:

1. 1593-1606 Avusturya harplerinde timarlı sipahi yerine, tüfekli piyade kullanılması mecburiyeti yüzünden, yeniçerilerin sayısı fazlasıyla arttırıldığı gibi, Anadolu'da ücretle pek çok tüfekli sekban askeri yazıldı. Sekban askerine ihtiyaç kalmadığı zamanlarda parasız kalan bu eli tüfekli gruplar, Anadolu'da halkı haraca kesmeye ve saldırılara başladılar. Bozgunculukları sebebiyle timarları ellerinden alınan sipahiler de onlara katıldı. Böylece 1596-1610 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunu temelinden sarsan Celâli hareketi başgösterdi. Anadolu'da yağma ve çapulculuğa başlayan Celâlilere İran yanlılarının da katılıp, İran'ın bunları desteklemesi neticesinde, isyanlar kısa sürede büyüdü.

Öyle ki, Anadolu'da etrafına 30-40 bin kişilik kuvvetler toplayan Celâli liderleri çıktı. Bunlar, emirleri altındakileri bir ordu biçiminde teşkilatlandırıyorlar ve üzerlerine gönderilen devlet güçleriyle çetin muharebelere girişiyorlardı. Devletin İran ve Avusturya ile savaş halinde olmasından da yararlanan Celâliler, Anadolu'yu baştan başa yakıp yıktılar. Paniğe kapılan köylüler, topraklarını bırakarak şehir ve kasabalara sığınmaya çalışıyorlar, varlıklı olanlar İstanbul'a, Kırım'a veya Rumeli'ye kaçıyorlardı. Bu durum Sultan I. Ahmed Han'ın dirayeti ve vezir-i azam Kuyucu Murad Paşa'nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde önlenebildi. Bu müddet içinde öldürülen Celâli sayısının 65 bini bulması, Anadolu'nun içine düştüğü durum hakkında bir fikir vermektedir.

2. 1580'lerden itibaren batıdan büyük ölçüde gümüş gelmesi sonucu fiyatların düşmesi üzerine yaşanan ve fiyatlar ihtilali denen karışıklık. Bu vaziyet karşısında küçük timar sahipleri, uzak ve masraflı seferlerden kaçınmaya başladı. Diğer taraftan Orta Avrupa'da yapılan savaşların usullerinde meydana gelen değişiklikler, tüfekli yaya askerine olan ihtiyacı ortaya çıkardı. Ayrıca timarlı sipahiler, silah ve techizat bakımından değil, teşkilat ve taktik bakımından da, modern savaş şekline ayak uyduramıyorlardı.

Bu sebeplerle devlet, yeniçeri sayısını arttırmaya ve sekban-ı saruca adı altında tüfekli Anadolu leventlerini ücretli asker olarak kullanmaya başladı. Yine bu devrede, artık işe yaramayan yaya ve müsellemler ve voynuklar gibi bazı eski askeri birlikler de kaldırıldı. Kapıkullarının toplam mevcudu; 1470'lerde 13.000, timarlı sipahi 60.000; 1526'da kapıkulu 24.000, timarlı sipahi 80.000 olduğu halde, 1610'larda kapıkulu 40.000'e çıkmış, timarlı sipahi sayısı 20.000'e düşmüştür. Sonuçta, timar sisteminin bozulmasının en menfi tarafı, devletin iktisadi yapısına yansımasıdır. Timarlı sipahilerin boşalttığı dirliklerin gelirini eskisi gibi toplayıp devletin hazinesine aktarmak mümkün olmamıştır. Bu dirliklere gönderilen mültezimler, zamanla büyük servet sahibi olarak nüfuz kazanmış ve devletin başına bela kesilmişlerdir.

3. Sokullu Mehmed Paşanın ölümünden (1579) Halil Paşanın sadrazamlığına kadar geçen otuz sana zarfında hükümet reisliği makamına geçen 19 vezir-i azam içinde, bu mevkiye liyakati olanların adedi üçü geçmemektedir. Bu durum son devirde 'kaht-ı rical' denilen adam yokluğunun daha 17. yüzyıldan itibaren görülmeye başladığının da işaretidir. Bütün bu olumsuzlukların başlangıcına rağmen padişahlar, cihan hakimiyeti davalarına samimiyetle bağlı bulunuyorlardı. Nitekim onlar yine Alman hükümdarlarını imparator ve kendilerine denk kabul etmiyor, onlarla yapılan anlaşmalara yine muâhede-nâme değil, ahid-nâme nazarıyla bakıyor ve eskisi gibi bunu kendi lütuf ve ihsanları sayıyorlardı. Osmanlı siyasî gücü gibi, sosyal nizamı da devam ediyordu. Ayrıca ticaret ve sanat hayatında ahlâkî nizam ve geleneklere aykırı bir hareket nâdir görülüyor ve bu gibi durumlar esnaf teşekküllerinin (loncalar) şiddetli denetim ve kontrolüne sbep oluyordu. Böylece devletin bir müdahalesi olmadan ictimaî müesseseler genel düzeni muhafaza ediyordu.

Bu hususta Fransız elçisi D. Chesneau; "(Osmanlı şehirlerinde) düzen ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetliydi. Geceleyin şehirleri muhafaza için, elinde bir sopa ve fenerle gezen tek bir kimsenin dolaşması kâfi idi. Halbuki Pariste aynı iş, bir kıta askerin başında bir kumandan tarafından, zorlukla yapılıyordu" demektedir. Thevanot ise "Bir milyonluk büyük İstanbul şehrinde dört yılda dört öldürme vakası görülmemiştir. Ticarî emtia ile dolu olan muazzam kervansaraylar, bir tek adam tarafından korunuyor" der. Böyle bir toplumda, devletin vazifesi sadece nizam ve adaleti sağlamak ve bunu dünyaya yaymaktı. Bununla birlikte devlet hiç bir zaman İslâmlaştırma ve Türkleştirme siyaseti gütmedi. Zîra, cihan hakimiyeti mefkûresine inanan bir devlet, dar bir milliyetçilik görüşüne saplansa ve insanlık prensiplerine bağlı kalmasa idi, bu cihanşümul vazifesini yapamaz ve başka imparatorluklar gibi süratle çöker, uzun asırlar boyunca yaşayamazdı.

Osmanlı Türkleri, 17. yüzyılda, zaferler kazanırken, bazan da yenilgiler görüyor, böylece önceki döneme göre, bir duraklama içinde bulunduklarını anlıyorlardı. Ancak duraklamanın sebeplerini araştıran Türk mütefekkirleri askerî, idarî ve ilmî müesseselerde gördükleri bozuklukları ıslah etmek sayesinde, İmparatorluğun eski kudretini tekrar kazanacağına, medenî ve manevî üstünlüğün kendilerinde olduğuna inanıyorlardı. Fakat kanun ve nizamlardaki bu düzelme, otorite sahibi bir padişah idaresinde mümkündü. Bir de artık ortalıkta tek bir padişah adayı bulunmuyordu. Bir noktada vezirlerin nüfuzları konuşuyordu. Bu sebepten ilk öldürülen padişah, sultan II. Osman olmuştu. Böylece padişahların, devletin aksayan yönlerine neşter vurabilmesi kolay görünmüyordu. Ayrıca timarlı sipahi ordusunun gücünü kaybetmesi, buna karşılık yeniçeri ordusu miktarının aşırı derecede artışı, merkezde büyük bir gücün doğmasına yol açtı. Yeniliklere karşı çıkan bazı devlet adamları da, her fırsatta bu gücü kullanmaya başlayarak, devletin ve yeniçeri ocağının sonunu hazırlamaya başladılar.

Nitekim III. Mehmed Han'dan sonra, ilk defa ordunun başında sefere çıkan II. (Genç) Osman (1621), Yeniçeri kuvvetlerinin bozulmakta olduğunu gördü. Ancak onun, ocağı ıslah girişimi, Osmanlı tarihinde ilk defa bir padişahın kul eliyle öldürülmesi hadisesini ortaya çıkardı. Bununla birlikte, II. Osman'ın şehit edilmesi hâdisesinden ders alan IV. Murad Han, parlak zekâsı, tedbirli siyaseti ve acı kuvveti sayesinde, devlete yükselme devirlerini hatırlatacak bir canlılık getirdi. IV. Murad Han, İran üzerine düzenlediği Revan ve Bağdat seferlerine giderken, öncelikle Anadolu'daki sipahi zorbalarını ve mütegallibe denilen, zorla işbaşına gelmiş veya yolsuzlukla zengin olarak nüfuz sahibi olmuş zümreyi temizleyerek, ülke içerisinde istikrarı sağladı. Daha sonra Revan ve Bağdat seferlerinden zaferle çıkan Sultan, İran'la çeşitli aralıklarla 16 yıldır devam eden savaşa son verdi. Kasr-ı Şirin Muâhedesi (Anlaşması) diye meşhur olan antlaşmanın hükümleri, çok az bir değişiklikle günümüze kadar geldi.

IV. murad Han'ın genç yaşta ölümü (1640) ve daha sonra Sultan İbrahim'in, âsiler tarafından şehit edilmesi (1648) üzerine IV. Mehmed'in henüz yedi yaşındayken tahta çıkması, zaman geçtikçe ocak ağalarının, iderede nüfuz kazanmalarına yol açtı. Yeniçeri ve sipahi ağaları, vezirlerin seçilmesinde en önemli rolü oynuyorlardı. Bu durum devletin siyasî yapısını ve malî durumunu bozdu. Her iş ağaların eline geçip, kendilerine hiç bir surette muhalefet edecek kimse kalmadı. Bunlar, asker mevcudunu yüksek göstermek suretiyle fazla ulûfe aldıkları gibi, yaptıkları tayinlerden de yüklüce rüşvetler çekiyorlardı. Bu ve benzeri olaylar, zaman zaman önlenmesine rağmen, 1656 yılında Köprülü Mehmed Paşanın sadârete getirilmesine kadar sürdü. Bu tarihe kadar defalarca sadrazam değişikliğine rağmen, devletin hayrına çalışan, Tarhuncu Ahmed Paşa'dan başkası çıkmamıştı.

Merkezde süren bu bozukluk devresinde, cahil ve iktidarsız vezirlerin, eyaletlere rüşvetle adam tayin etmeleri, halkın yine zorbalar eline düşmesine sebep oldu. Yapılan mezalimler yüzünden, köylü halkın bir kısmı çiftini bozup eşkiyalığa başlamış, bir kısmı da şehir ve kasabalara sığınmıştı. Kalanlar ise eziliyordu. Önce Kuyucu Murad Paşa'nın ve daha sonra IV. Murad Hanın şiddetli darbeleriyle bu isyan ve şakâvetler önlenmişse de, merkez zayıf düştükçe yine baş kaldırmalar meydana çıkıyordu. IV. Mehmed Hanın ilk sekiz senesinde bu durum bütün şiddetiyle devam etti. Padişah, 15 yaşına geldiğinde, kudretli vezir Köprülü Mehmed Paşayı işbaşına getirerek devlete tekrar içte istikrar ve dışta itibar kazandırdı. Köprülü Mehmed Paşa (1656-1661) ve Köprülü Fazıl Ahmed Paşa (1661-1676) dönemlerinde Osmanlı Devleti, Kanunî Sultan Süleyman devrindeki gibi huzurlu bir devre yaşadı. Bu müddet içinde tek bir kapıkulu ayaklanması görülmedi. Arasıra yenilgiler görülmesine rağmen, Türk orduları yeni bir zafer çağı yaşadı. Avusturyalılar'ın çok güvendiği Uyvar Kalesi 1663'te fetholundu.

Nihayet, Fazıl Ahmed Paşa'dan sonra Osmanlı sadâret makamına gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, 1683 yılında Viyana'yı kuşattı. 100-120 bin kişilik Osmanlı ordusu, Dük Şarl dö Loren kumandasındaki Avusturya ordusunu yenerek bütün ağırlıklarını zaptetti. Avusturya İmparatoru Leopold, bu yenilgi üzerine bütün ümidini kaybederek Viyana'yı bırakıp kaçtı. Şehirde kalan Kont Stahramberg, bütün eli silah tutan erkekleri asker yazıp savunma tedbirleri aldı. Sadrazam Kara Mustafa Paşa, kaleyi kurtarmak için gelebilecek Haçlı kuvvetlerine karşı durmak üzere Tuna Köprüsünü tutma görevini, Kırım Hanı Murad Giray'a vermişti. Düşman buradan geçtiği takdirde, Budin beylerbeyi İbrahim Paşa bunlara karşı çıkacaktı. Viyana'nın fethedilmesiyle Alman-Avusturya İmparatorluğu geri atılacak, böylece Macaristan'da güçlü bir Macar Krallığı kurulabilecekti. Macaristan ayakta durdukça, Avusturya'nın artık, Türk Devleti için önemli bir tehlike oluşturması düşünülemezdi. En büyük düşman olan Avrupa'ya karşı böyle kuvvetli bir savunma duvarı kurulması, Türk Devletini uzun yıllar rahat ettirecekti.

Avrupa'da şok etkisi yapan Viyana kuşatmasının ilk iki aylık süresi içinde Türkler, şehrin bir çok dış tabyalarını ele geçirdiler. Şehrin düşmesine sayılı günler kalmıştı. Bu sırada Papa'nın önderliğinde, Viyana'nın kurtarılması için Avusturya, Lehistan, Saksonya, Bavyera ve Frankonya arasında bir kutsal ittifak kurularak 120 bin kişilik bir kuvvet oluşturuldu. Türk tarihi için bir dönüm noktası olan Don-Volga kanal projesinde olduğu gibi bu defa da en büyük ihanetlerden biri, yine bir Kırım hanı olan Murad Giray tarafından işlendi. Haçlı ordusu, Tuna Köprüsünü geçerken, kendi askeriyle bir tepeye çekilip seyreden Tatar Hanı, hücum etmesi için kendisine yalvaran Hanlık imamına şunları söyledi: "Sen bu Osmanlı'nın bize itdüği cevri bilmezsin. Bu düşmanın kovalanması benim için hiçbir şeydir ve bu işin dinimize ihanet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki, onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler. Tatarın kıymetini anlasınlar."

SELAM OLSUN OĞUZ KAYI BOYUNA SELAM OLSUN AVLAMIŞ KÖYÜNÜN TAŞINA TOPRAĞINA KURDUNA KUŞUNA  
 

Şeyh EDEBALİ'den Osman Gazi'ye Nasihat ..... “

Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana... Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkar ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir... Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki alime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken, itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözüpek) derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene aittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar.. (Bu nasihat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkmaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca laflamaya başlar. Laf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflah etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir!.. Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de, bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinayettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!.. Yalnızlık korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da! Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi davanın esası olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...

 
Facebook beğen  
 
 
 
 

 

İstiklâl Marşı Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! O benimdir, o benim milletimindir ancak! Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal. Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım! Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!


 
Bugün 36462 ziyaretçikişi burdaydı!
ESYÖRÜK Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol